26 Eylül 2015 Cumartesi

     


       Fidel Castro 

DEVLET ADAMI, DEVRİMCİ LİDER, SİYASETÇİ (1926 - )
Che Guevara ile beraber Küba Devrimi gerçekleştiren Fidel Castro Küba'nın efsanevi Marksist devrimci lideridir. Castro, Küba başbakanlığı, devlet başkanlığı ve Küba Kominist partisi birinci sekreterliği görevini yaptı ve uluslararası alanda oldukça önemli bir rol oynadı.
İsim Soyisim:Fidel Alejandro Castro Ruz
Adresi:-
Doğum Tarihi:13 Ağustos 1926
Doğum Yeri:Biran, Holguin Province, Küba
Ölüm Tarihi:-
Ölüm Yeri:-

YÜZYIL SAVAŞLARI

Yüz Yıl Savaşları, İngiltere kralı III. Edward'ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337'de başlayan ve ancak 116 yıl sonra1453'te sona eren savaşlar dizisidir.
Genel olarak 1337'de başlayıp 1453'te bittiği kabul edilen Yüz Yıl Savaşları, görünürde feodalite ve hanedan savaşıydı. Feodal nitelikteydi, çünkü İngiltere kralı aynı zamanda Akitanya dükü olduğundan, Akitanya'daki uyrukları dükle bir sorunları olduğunda onun süzerenine, yani Fransa kralına başvurabiliyorlardı. Hanedan çatışmalarının temelinde ise, Fransızbaronlarının, Fransa kralı IV. Charles'ın ölümünden sonra yerine İngiltere kralı III. Edward'ı değil, VI. Filip'i seçmeleri yatıyordu. Toprakları Fransa'nın olan ama ekonomisinin temeli İngiliz yününe dayanan Arquitani ve Flandr'daki olaylar,1294'ten itibaren iki ülke arasındaki gerginliği sonunda iyice arttırdı. İngiltere kralı ilan edilen III. Edward, annesi Isabelle de France'ı sürgüne gönderdi ve annesinin sevgilisi Mortimer'ı idam ettirdi (1330). Fransa kralı IV. Filip'in anne tarafından dedesi olması gerçegine dayanarak Fransa tahtı üzerinde hak iddia etti; böylece Yüz Yıl Savaşları patlak verdi.
İlk saldırıyı başlatan İngiliz orduları Crécy'de Fransızları yendi (1346) ve Calais'yi ele geçirdi. Poitiers'de bir zafer daha kazanan (1356) İngilizler, Fransa Kralı II. Jean'ı esir aldılar. Çaresiz kalan Fransızlar 1360'taki Brétigny Antlaşması'yla çok büyük toprak kaybetti. V. Charles döneminde, krallık orduları komutanı Bertrand du Guesclin'in önerisiyle benimsedikleri yeni stratejiye göre, İngilizlerle çarpışmaktan kaçınarak ve sırayla kuşatma harekatı yürüterek, kaybettikleri toprakların hemen hepsini 1374'ten önce geri aldılar. Prensle arasındaki mücadeleyi fırsat bilen İngiltere kralı V. Henry yeniden Fransa üzerine yürüdü ve Agincourt Muharebesi'ni (1415) kazanarak Normandiya'yı aldı. Fransa kralı VI. Charles'ın imzalamak zorunda kaldığı Troyes Antlaşması'na (1420) göre, Fransa tahtının varisi İngiltere kralıV. Henry'nin oğlu VI. Henry olacaktı. Lorraine'li genç bir kızın, Jeanne d'Arc'ın inancı ve coşkusuyla yeni bir güç kazanan Fransız orduları Orléans'ı kurtardılar ve Reims'de veliaht VII. Charles'a taç giydirdiler. Jeanne d'Arc'ın İngilizler tarafından diri diri yakılmasından (1431) sonra Fransa kralı, İngiltere'nin müttefiki Bourgogne ile Arras Antlaşması'nı (1435) imzaladı, orduda reform yaptı ve güçlü bir topçu sınıfı kurdu. Bu sayede Fransızlar sırasıyla Paris'i (1436), Normandiya'yı (1450) ve Arquitania'yı (1453) geri aldılar. Böylece, herhangi bir anlaşma imzalanmadan savaş fiilen sona erdi.
Orleans Kuşatmasında Jeanne d'Arc

23 Eylül 2015 Çarşamba


       PLASZOW - KRAKOW TOPLAMA KAMPI

Plaszow - Krakow Kampı,  Nazi Almanya'sının Polonya'da kurduğu toplama kamplarından birisidir.
Plaszow - Krakow Kampı, Aralık 1942’de Polonya’nın Krakow şehrinde kuruldu. Kamp alanı engebeli ve taşlı olduğu için esirler SS Subayları tarafından kamp kurulumunda fazlasıyla işkenceye maruz kaldılar. Kamp bölgesinin yetersiz kalmasıyla beraber bölgedeki mezarlıklar esirler tarafından temizlenerek kamp alanını genişletildi. Kampın yapım aşamasında esirler yıkık barakalarda yaşıyordu. İlerleyen zamanla birlikte kamp alanı oldukça genişletildi ve çeşitli çalışma alanları açıldı. 197 dönümlük arazide toplamda 180 kışla ve 25.000 esir bulunuyordu. Diğer toplama kamplarında da olduğu gibi Plaszow kampı da dikenli tellerle ve yüksek gizlendi. 
Kamp bölgesinin içerisinde personel ve SS Subayları için hizmet veren el sanatları ve üretim atölyeleri kuruldu. Bu atölyelerde; giyim, ordu üniforması, marangozluk, çilingir, oto tamiri, elektrik, terzi, kağıt yapımı, ayakkabıcılık, baskı atölyesi gibi bölümler vardı. Kamp bölgesinin ana yolu olan Strasse ve Bergtrosee noktasında taş ocakları mevcuttu. Esirler bu ocaklarda zorla çalıştırıldı.  Sovyet Ordusunun yaklaşmasıyla birlikte SS Subayları esirleri; Almanya, Avusturya ve AUSCHWITZ- BİRKENAU gibi imha kamplarına gönderdi. Geride hiçbir iz bırakmak istemeyen SS Subayları kampta dair bütün kalıntıları ortadan kaldırıp Ocak 1945’de Plaszow kampını kapattı

22 Eylül 2015 Salı




          JAPON MUCİZESİNİ MİMAR SİNAN YARATTI


       1950-60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon heyeti Türkiye'ye gelmiş. Heyet İmar ve İskan Bakanlığı'ndan izin alarak ülkemizdeki tarihi yapıları incelemeye başlamış. Ayasofyayı, Yerebatan Sarnıcını filan gezdikten sonra sıra Sinanın kalfalık eseri Süleymaniye Camisi'yle Sinan'ın öğrencisi Mimar Davut Ağa'nın eseri Sultanahmet Camisi'ne gelmiş.

Japonlar bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar. Her geçen gün şaşkınlıkları daha da artıyormuş. Çünkü Japonlar daha ilk incelemede camilerin gevşek bir zemin üzerine inşa edildiğini anlamışlar. Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak dahi olmamasına akıl sır erdirememişler. Bunun üzerine Türkiye programının gerisini tamamen iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar.

Araştırmalarının sonucunda herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin sabitlenmediğini aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış. Minareleri incelediklerinde ise dumurları ikiye katlanmış. Minarelerin çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiğini görmüşler.

Daha derin araştırma yapmak için Edirne'ye, Sinan'ın ustalık eseri Selimiye Camisi'ne gitmişler. Ordaki olağanüstü sistemleri görünce iyice dumur olmuşlar. Selimiye'nin tüm sırlarını aylarını harcayarak çözmüşler. Japonya'ya döndüklerinde ise Sinan'ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini Sinan'ın kullandığı sistemlerle kurup muazzam gökdelenler dikmişler. Yani şuan gelişmiş ülkelerin gökdelen yapımında kullanıldıkları çoğu sistem, yüzyıllar önce Sinanın geliştirdiği mekanizmalarmış.
 

20 Eylül 2015 Pazar




     CHURCİLL'İN ÇUVALI

         2. Dünya Savaşı'nda İngiltere başbakanı Churchill, Türkiye'nin Almanya'ya karşı savaşa girmesi için elinden geleni yapmış. Hatta sırf bunun için Türkiye'ye gelmiş ve İsmet Paşa'yla Adana'da görüşmüş. Ancak İsmet Paşa'yı savaşa girmeye ikna edememiş.

Churchill görüşmeden sonuç alamayacağını anlayınca gerisin geriye dönmüş. Ama Churchill bu. Hemen pes etmemiş kurt politikacı. İngiltere güçlü ama zaten Almanya ile savaş halinde. Bir başka savaşı göze alamadığından Türkiye'yi yolu yordamıyla tehdit etmek istemiş. Ne yapayım da edeyim diye düşünmüş, taşınmış. En sonunda ne yapacağına karar vermiş. Hemmen yaverinden bir çuval buğday getirmesini istemiş. Bir mektup yazıp çuvalın içine koymuş. Yaverine "Bunu Türkiye'ye İsmet Paşa'ya bizzat götür. Ve Paşa'nın yanıtını almadan da geri dönme" demiş.

Çuval askeri uçakla anında yola çıkmış. Yaver çuvalı İsmet Paşa'ya teslim etmiş ve Churchill'in hemen yanıt beklediğini bildirmiş. İsmet Paşa bir çuval buğdayı görünce çok şaşırmış taabii. Çuvalı açmış, bir bakmış ki, çuval ağzına kadar buğday dolu ve en üstte de bir mektup var.

Mektupta, "Biz İngilizler, bu çuvaldaki buğdaylar kadar kalabalığız. Almanya'yla ilişkilerinizi kesin. Yoksa fena olur" gibisinden bir yazı varmış. İsmet Paşa'nın gözleri çakmak çakmak olmuş. Yavere beklemesini söylemiş. Odasına girmiş ve yardımcısından aç bir tavuk bulup getirmesini istemiş. Kendisi de oturup bir mektup döşenmiş. Mektupla tavuğu gelen buğday dolu çuvala koymuş. Churchill'in yaverine "İşte cevabım" demiş. 

Yaver çuvalı almış, uçağa atladığı gibi, gıdak mıdak sesleri eşliğinde İngiltere'ye uçmuş. İngiltere'ye varır varmaz, Churchill'in huzuruna çıkmış. Churchill kendinden emin biçimde çuvalı açınca bir de bakmış ki, çuvalın içinde karnı yediği buğdaylardan şişmiş bir tavuk, bir avuç buğday ve bir de mektup var. Hemmen mektubu açmış. İsmet Paşa mektuba şunları yazmış: "Bir tavukla başedemeyen İngilizler'den niye korkalım?"


Fatih Sultan Mehmet ve İki Papaz



          Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra buradaki tüm hükümlüleri serbest bırakır. Fakat bu hükümlüler arasında yer alan iki papaz zindan bir türlü çıkmak istemez. Nedeni ise kendi halkına zulmeden Bizans İmparatoru’na bunu durdurmasını ve tüm insanlara adaletli olmasını tavsiye ettikleri için hapse atılmalarıdır. Tamda bu yüzden ömür boyu hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir.
Bu yaşananlardan haberdar olan Fatih, bu iki papazı huzuruna çağırır ve hikayelerini dinler. En nihayetinde ise onlara şöyle bir teklif sunar:
Sizler İslam adaletinin hüküm sürdüğü bu memleketi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını takip ediniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliği burada da görürseniz gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu bana kanıtlayınız.
Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden yola koyulan papazların ilk durağı Bursa’dır ve burada bir dava ile karşılaşırlar.
Bir müslüman, bir yahudiden bir at satın almıştır. Atı satın aldıktan bir süre sonra ise bu atın hasta olduğunu farketmiş ve sabah olur olmaz kadının yolunu tutmuştur. Vardığında ise kadı yerinde yoktur. Bir süre bekleyen müslüman kadının gelmeyeceğini düşünerek evine geri döner ve akşamına hasta olan at ölür. Bunun haberini alan kadı, müslümanı bulup şöyle der:
Eğer makamıma geldiğinizde ben burada olsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben karşılayacağım.
Bu yaşananlar papazları bir hayli şaşırtır. Gezmeye devam eden papazların ikinci durağı İznik’tir. Burada bir başka dava ile karşılaşırlar.
Burada bir müslüman, bir diğerinden tarla satın almıştır. Vakti geldiğinde tarlasını sürmeye başlayan tarlanın yeni sahibinin sabanına bir küp takılır. Çıkarıp baktığında ise içinin altın dolu olduğunu görür ve hemen kendisine tarlayı satan adamın yanına gider.
Tarlayı alan “Tarlada altın olduğunu bilseydin bu kadar ucuza bana satmazdın. Al, bu altından senin hakkın.” der. Tarlayı satan ise “Ben sana tarlanın taşını toprağını sattım, o altınlar senin hakkın.” şeklinde karşılık verir. Orta yolu bulamayıp kadının yanına giderler. Kadı ise bu iki kişinin kız ve erkek çocuklarını evlendirip altınıda çeyiz olarak vermeye hüküm verir.
Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar hemen Fatih Sultan Mehmet’in yanında alırlar soluğu.
Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık.


18 Eylül 2015 Cuma

İTALYA'DA BİR YENİÇERİ

    İTALYA'DA BİR YENİÇERİ

     Bir Osmanlı Yeniçeri’si 1683’deki Viyana Kuşatması’nın hemen ardından bir yeniçeri İtalya’ya geçip yerleşir. İl Turco olarak çağrılan Yeniçeri’mizin yerleştiği köyün adı Moena. Şimdi, kendilerini bu Türk’ün torunları olarak bilen köy halkı, o zamanlar Ausburg Dükalığı’na bağlıymış. Târih boyunca birçok kültürün izlerini taşıyor.Avusturya’nın sınır kapısına 165, Roma’ya da 700 kilometre uzaklıktaki Alp’ler üzerindeki Teronda bölgesinde bulunan bu köy, bu şirin dağ kasabası şimdi Moena sporları için modern bir turizm yeri. Bütün geliri turizmden. Yerli turstlerin dışında Avusturya ve Almany’dan gelenler çoğunlukta. Gerçek nüfusu 2600, ancak nüfus kışın 55 bin yazın da 30 bin’e ulaşıyor. Moena’yı yani Türk Köyü’nü ilk önce Türkoloji dalında öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Anna Masala keşfetmiş. Prof.Masala köyle ilgili ilk tanışmasını şöyle anlatıyor: “Ailemle Moena da dolaşırken birden (Turchia) yazan bir ok işâreti görmüştüm. Bu işaret bir ara sokağı gösteriyordu. Sokak, Avusturya usulü balkonlu, bol çiçekli ahşap evlerle doluydu. Meydanın ortasında bir çeşme vardı. Çeşmenin sulağının bittiği yerde, bir Yeniçeri büstü bütün heybeti ile sanki bana bakıyordu. Donakaldım...Gördüklerimin ne olduğunu sordum. Cevâbı karşısında şoke oldum. Burası bir Türk’e inanç duyan ve asırlarca bunu koruyabilen bir Türk köyüydü. Anlatılan hikâyesi şöyle: 1683 Viyana Kuşatması sonrası yara alan bir yeniçeri donmak üzereyken bir Ausburglu kendisini bulur ve köye yerleştirir. Yeniçeri bir kızla evlenir. Osmanlı erkeği görünümü ile köyün ağası hâline gelir. O zaman köy en çok 30 hânedir. Sık sık dükalığın askerleri vergi toplamak için köye gelmektedir. Bizim Türk, köyünün erkeklerini bu haksız vergiye karşı ayaklandırır. Türk yaşadığı sürece bir daha ne askerler gelirler ve ne de vergi toplanabilir. Kahramanımız kısa sürede, Ladino dilini de öğrenir. Ama hiç bir zaman frenk elbisesine alışamaz. Başında sarık, belinde kılıç, günlerini geçirir.Türk damat kendini çok sevdirmiş. Türk âdet ve örflerinden hiçbir zaman vazgeçmemiş tir. Öğrettikleri de bugün bile, köylüler tarafından hâlâ bir tabu gibi tatbik edilmeye çalışılıyor. O kasabanın belediye başkanı şöyle anlatıyor:“Ben kendimi bildim bileli her yıl, karnaval sırasında Türk gelenekleri ve Elbiseleri ile tören düzenleriz. Topluluğun en yaşlısı sultan olarak İl Turco’yu temsil eder. Şiirler okuruz, deyişler kullanırız, tekerlemeler söyleriz. İl Turco bir anlamda hâlâ bizim liderimizdir. Onu her zaman hatırlarız. Bu bizim için artık bir gelenek, bir kuvvettir. Çoğumuz bırakın İstanbul’u, Türkiye’yi, Roma’yı bile bilmeyiz. Kitaplardan, televizyonlardan gördüğümüz kadarı ile Türk elbiselerini taklit ederiz. Düğünlerde Türk elbiseleri giyeriz. Türk bayrağını da İtalyan bayrağı kadar benimseriz. Türk topluluğundan olmakla gurur duyarız. Şimdi 120 kadarız. Her geçen gün sayımız azalıyor. Her ay bir kere dernekte toplanırız. 3 yılda bir başkan seçeriz.Aramızdan Türkiye’ye ziyarete gidenler olur. Dönüşte halkımıza arka arkaya konferansLar verilir. Türkiye ile ilgili izlenim ve hatıralar anlatılır, sorular cevaplandırılır. Türk’ün torunları olan bizlerin başlıca kaynağı ne var ki yine turizm. Erkekler kayak öğretmenliği yaparken bazılarımız evlerinin iki odasını pansiyon olarak verir...”

ALINTIDIR.